Kırk öyküden oluşan “Belki Yaz Erken Gelir”de, Yekta Kopan usta işi kalemini öykülerin yüzeyinde başarıyla konuşturduğu gibi alt metinlerinde kusursuz yapılar da inşa etmiş. Kitap boyunca okuduğum her öyküde istisnasız biçimde şunu düşündüm: Yazar bana ne dedi ve aslında neyi anlamamı istedi?

EŞYALAR VE HİSLER
“Belki Yaz Erken Gelir”deki öykülerin birçoğu yazarın kalemine alıştığımız şekilde örtük. Gördüklerimiz ve görmemiz gerekenler birbiriyle iç içe, sarmal halinde. Ana karakterlerin cinsiyetleri, fiziksel özellikleri, travmaları birçok öyküde belirsiz. Ancak eşyalar, hisler ve birbirini kovalayan cümleler görünür.
Karakterlerin politik başkaldırıları ya da toplumsal rolleri de çoğunlukla apaçık değil, Ernest Hemingway’in Buzdağı teoremi gibi, Yekta Kopan’ın da bize gösterdikleri suyun üstünde kalanlar. Suya dalmak ve derini görmek ise nitelikli okurun işi.
Kitaptaki öykülerde eşyalar oldukça önemli yer tutuyor. Öyle ki bu eşyalar birer imge olmanın ötesine geçip imgesel kavramlara dönüşüyor. Dal parçası, boş askılar, gitar, boş kalan çiçekçi tezgâhı, bozulan çamaşır makinesi… Kimi noksanlığı temsil ederken kimi yeniden doğumun haberini veriyor. Örneğin çamaşır makinesi… Asıl aksaklık makinada mı yoksa tıkır tıkır işlediği düşünülebilecek olası düzenin karanlıkta kalan ve yenilen yutulan ne varsa etrafına toplayan parçalarında mı? Ya da kuru dal… Her şey, yanlış atılan küçük, küçücük bir adımla nasıl da tuz buz olabilir? Gidenleri uğurlayan ve otel dolaplarında yalnızlıklarına terk edilen askılar veyahut… Başka biri için yaşamak ve nihayetinde terk edilmek insana o derin yalnızlığı hissettirmez mi? Yeteri kadar kendine eğilmeyen insan, terk edilişin ardından tıpkı boş askılar gibi boşlukta sallanıp kalmaz mı?
ORMAN
Kitabın ilk öyküsü Lanet, Yekta Kopan’ın kalemini henüz bilmeyenler için zorlayıcı olsa da sonraki öykülerin başarılı ve kısa bir yansıması. Kopan’ın bizi kozalaklarla dolu bir ormana bıraktığı, etrafımızdaki dallara kuşları konuşlandırdığı, bizim için zaman zaman yüzü seçilir olan dayı ve tamamen belirsiz olan yeğen karakterlerini yan yana yürüttüğü Lanet, defaatle okunmalı.
Bu öyküdeki ana karakter yeğen. Ana karakter, dayısıyla yürüdüğü yolu anlatırken, dayının bir cümlesiyle onu anneannesine, yani inançla sarmalandığı halde yine de tedirginliğini üzerinden atamayan köklerine benzetiyor. Az sonra ana karakter kuru dallara basıyor ve ormandaki düzen yerle yeksan oluyor. Bu noktada ana karakter, dayısını artık dedesine benzetmeye başlıyor ki burada da dayıda kınayan, yadırgayan ve bir türlü yok olmayan birini görüyoruz. Öykünün sonunda dayının kaybettiğini kabullenişi ve sessizce yolda yürürken artık hiç kimseye benzememesi; geleceğin belirsizliğini, kaybedilenlerin ardından ne olacağının seçilemediğini anlatıyor. Geçmişi ve güvenli limanı kaybettiğinizde, geleceğin bilinmezlikle örülmesi öykünün ana meselesini oluşturuyor.
YEDİNCİ DAKİKA, KIRK BİRİNCİ ADIM
Yekta Kopan’ın Fazıl Say’a ithaf ettiği Volta, usta işi bir öykü. Volta, “Sahneye çıkmasına yedi dakika kaldı,” cümlesiyle açılıyor. Buradaki ‘7’ ve öyküde daha sonra karşımıza çıkacak ’41’ sayıları tesadüfen seçilmemiş. Temsil ettikleri kavramlar, tam da öyküde anlatılanı veriyor bize.
Volta’da Yekta Kopan karakteri isimsiz bıraksa da gerek ithaftan gerek diğer ayrıntılardan onun Fazıl Say’ı işaret ettiğini anlıyoruz. Ana karakteri kulisinde, sahneye çıkmaya hazırlanırken görüyoruz öykünün en başında. Yedi dakikası ve kulis ile sahne arasında atacağı kırk bir adımlık mesafesi var.
Öykünün hemen hemen tamamında da yazar, bu kırk bir adımlık mesafede ana karakterin volta atışını anlatıyor bize. Kırk adım ileri kırk adım geri. Ama asla kırk bir değil. Hedefe ulaşmadan önce, sahne ve kulis arasındaki bumerang bu. Karakterin yürüyüşü tek kişilik ama karakter yalnız değil. Sarkaç misali hareket ederken ve sahneye çıkma saati yaklaşırken, adımlarıyla birlikte geçmişi ve geçmişindekileri de kovalıyor. Anılarının kahramanlarını hatırlıyor önce, sonra ilham aldığı sanatçıları düşünüyor, daha sonra ‘keşke yapsaydım’larını anıyor. Ve her birini sırtlanıp son voltasını atıyor sahneye doğru, tam yedinci dakika ve kırk birinci adımda. Yazar bu son yürüyüşü, “Her adımında umut, neşe, hayat sesleri duyuluyor kuliste,” diye aktarıyor. İşte öyküdeki sayılar da tam olarak bu kavramları temsil ediyor. Diğer bir deyişle ruhsal ve fiziksel mükemmelliğin simgesi olan yedi, güç ve yaratıcılığı anlatan ‘kırk bir’ ile, yazarın amacı doğrultusunda buluşuyor.
Böylece öykü bittiğinde sahne ışıkları yanıyor ve karakter tüm tamamlanmışlığıyla öyküden sahneye çıkıyor. Yazarın anlatacakları bitse de okur için her şey daha yeni başlıyor.
HAYALET YA DA HAYAL ET
Herakleitos’un çok bilinen o cümlesini getirdi aklıma kitabın Hayalet öyküsü: “Değişmeyen tek şey değişimdir.” Peki, geçmiş değiştirilebilir mi? Bunu da yine Herakleitos’un değişimle ilgili -aynı onun gibi- diğer sözüyle perçinleyeyim: “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz.” Bu kısma birazdan değineceğim. Ancak öncelikle Hayalet’in ana hatlarına bakmak istiyorum.
Hayalet öyküsündeki ana karakterimiz yine oldukça belirsiz. Ona dair emareler neredeyse yok denilecek kadar az. Ancak karşısında duran ve yine birçok açıdan belirsiz olan bir başka kişiyi anlatırken ana karakterimiz kendinden emin. Öyle ki öyküyü şu ilk cümlelerle açıyor: “Aynı hikâyeyi üç kere anlattı. Kavuşmanın olanaksızlığı üstüne cümleler. Biraz sulusepken, fazlasıyla siyah-beyaz.” Bu cümlelerle imkânsız bir aşkı dinleyeceğimizi anlıyoruz. Aşkı imkânsız kılan nedenleri yazar bize göstermese de -ki bunun zaten öyküye hiçbir katkısı olmazdı- uzun yıllar aralıklarla anlatılan hikâyeyi okuyoruz. Hikâyenin ilk anlatılışında romantizm ve umudun varlığı belirgin. Cümleler şiir gibi diziliyor. Aşk, anlatanın ağzında büyüdükçe büyüyor. On yıl sonra ikinci kez anlatılan aynı hikâyede olanlar ve olacaklar değişmese de karakterin biraz daha kendinden bahsettiğini, kendine acımaya başladığını seziyoruz. Umut yerini serzenişe bırakıyor. Hikâyenin üçüncü ve son kez anlatılışında ise romantizm artık daha uzak, kaybedilenler ise daha çıplak ve rasyonel olarak karşımızda. Kabulleniş en çok hissedilen duygu. Bu noktada birkaç satır yukarıya, Herakleitos’a geri dönmek istiyorum. Geçmiş aynı şekilde orada duruyor olsa da değişimi devam eden bir insanın bakış açısı bu öyküde geçmişi farklı formlara sokuyor.
Âşıklar hiçbir zaman kavuşamıyor, tren hiçbir zaman bekleneni indiremiyor ve ikisi el ele oradan kaçamıyorlar. Ama tekerlekler rayda dönmeye ve nehir akmaya devam ediyor. Geçmişten uzaklaşıp bugünkü benliğine yaklaşan karakter, ne kadar o zamana dönse de aynı suyla yıkanmıyor. Bu da bakış açısının hikâyeler üzerindeki etkisini daha iyi kavramamızı sağlıyor.
Kitapta bu ana fikri anlatan başka bir öykü daha var ki, onun da başarıyla altından kalkmış Yekta Kopan. Öyle ki öyküye verdiği isimle de alt metnin altını kalın harflerle çizmiş: Farklı. Bu öyküde ana karakter de bir yazar. Evinden çıkar çıkmaz okuru olan bir komşusuyla karşılaşıyor karakter. Aralarında geçen diyalogta yazarın bloğunda yazdıklarının okur tarafından aynı şekilde okunamadığını anlıyoruz. Bilişimsel bir hata mı yoksa başka bir sorun mu var derken, sonraki karşılaşmalarına katılıyor ve yazan ile okuyan arasındaki o anlama ve anlatma farkını görüyoruz. Bu bizi az evvel kurduğum aynı cümleye götürüyor: Bakış açısının hikâyeler üzerindeki etkisi. Farklı öyküsünü anlamayı diğer birçok öyküsünde yaptığı gibi okurun nezdine bırakmış Yekta Kopan.
Anlatılanlar hayal edilenler mi yoksa gerçek mi, belirsiz. Bir de aklımızla şahane biçimde oynadığı bir yer var bu öyküde: “Yazarını reddeden öyküler düşleyerek daldım uykuya.” Mümkün mü? Veyahut öykü yazıldıktan sonra artık kime ait? Yazara mı okura mı kendisine mi?
RENKLİ, TURUNCU DEVRİM VE GEZİ
“Belki Yaz Erken Gelir”deki Renkli öyküsü, bir yabancının yani Fuat Benli’nin Karabulut Mahallesi’ne taşınmasıyla başlıyor. Güleç yüzüyle ve küçük bir kamyonete doldurduğu eşyalarıyla Karabulut Mahallesi’nin sınırlarına giren Benli, ilk bakışta mahalle eşrafının dikkatini başka bir şekilde, gözündeki turuncu beniyle çekiyor. Hemen akabinde Fuat Benli’nin mahalleye hızla kabulüyle, mahalledeki karabulutlar dağılıyor ve bu eğlenceli, aynı zamanda girişken adamın etrafında yeni bir yapılanma hayat buluyor. Bunların en dikkat çekici olanı ise, Benli’den sonra mahalleye yapılan park. Buraya kadar anlatılanlar bana kalırsa Yekta Kopan’ın suyu ısıtması, az sonra harlayacak olduğu ateşe bizi hazırlaması. Çünkü tam da bu noktada, yazarın “Karabulut Mahallesi’nin kaderini değiştiren o mayıs günü her şey normal başlamıştı,” dediği yerde, sokak halkını omuz omuza, parklarını süslemeye giderken görüyoruz. Ancak antagonistlerimiz yani öyküdeki polisler, parkta hazır bekliyor. Parklarına -omuz omuza- gelen mahalleliyi dövüyor, yerlerde sürüklüyor, gaz kapsülleriyle darp ediyorlar. Bir süre çemberin dışında kalmayı tercih etmiş olan Fuat Benli sakinliğini koruyamıyor ve yumruğunu masaya vuruyor. Nihayetinde gözüne denk gelen bir gaz kapsülüyle “o mayıs günü” turuncu beninden oluyor.
Öykünün bundan sonrası bir ayaklanış, yeniden diriliş. Ancak ben sonrasına değil, az evvel anlattıklarımın derinine eğilmek istiyorum. Fuat Benli’yi Karabulut Mahallesi’ne getiren sebeplerin ne olduğu muamma ama mahalleliyi derin uykularından uyandırdığı, karanlıklarını yerle yeksan ettiği apaçık ortada. Peki Benli’nin turuncu beni neyi temsil ediyor? Bana kalırsa bu ben, Turuncu Devrim’i temsil ederken, o mayıs günü korunmaya çalışılan park da Gezi Parkı’nı işaret ediyor. Ve nihayetinde öykünün sonunda devrim, aldığı darbelerden sonra değişerek, başkalaşarak ama en çok farkında olarak kalkıyor ayağa. Fuat Benli’nin artık olmayan beninde gördüklerimiz ise her şeye rağmen umudun varlığı.
ZAMANSIZLIK
“Belki Yaz Erken Gelir”deki öykülerin hemen hepsi incelikle işlenmiş. Yakın bir geçmişi, şimdiyi veyahut yakın bir geleceği temsil ettiğini düşündüğümüz öykülerdeki Türkiye panoramasında -ki ülke çeyrek asırdır aynı- politik göndermeleri ve toplumsal başkaldırıları seziyoruz. Sabah Serinliği öyküsünün şu açılış cümlesindeki gibi mesela: “Yaz saati. Kış saati. Birileri karar veriyor hangisinin kullanılacağına. Birileri zamanla oynuyor. Tuhaf ama olabiliyor bu.” Ya da Sıvı Sabun öyküsündeki şu cümle gibi: “Kral’ın ölümü bütün ülkede şaşkınlıkla karşılandı. O kadar uzun süredir ülkenin başındaydı ki, bütün halk “artık ölmez” diye düşünüyordu. Ölmez, hatta istese bile ölemez. Kral ölümsüzdür.” Veyahut Şükür öyküsündeki gibi, şükretmesi öğretilen ve donanımıyla parmak ısırtan karakterin karşısında, beyin göçü yapmayı başarmanın arefesinde bir aileyi görüyoruz. Kabulleniş ve direniş, aynı sahnede karşı karşıya duruyor.
Kitapta toplumsal biçemleri güçlü olan öykülerin yanında bireysel farkındalık öyküleri de oldukça fazla. Güdük öyküsünde, omuzlarına yüklenen isteklerin ağırlığı ve büyümenin önayak olacağı sorumlulukların kaygısıyla büyümekten korkan bir ana karakterimiz var. Fiziksel olan ‘güdük’lük yalnızca gördüğümüz; oysa yazar bizim bu öyküde mental olana bakmamızı istemiş. İkiyol Köftecisi ise tekinsiz, etkileyici ve oldukça düşündürücü bir öykü. Bu öyküde ölümle yaşam arasında mekik dokuyan ancak bunun henüz farkında olmayan ana karakterimizin karşısına bir köfte dükkânı çıkıyor. Tabii bir de köfteci. Yekta Kopan köfteciyi öyle uzun uzun tasvirlemiş ki -ki bunu birçok öyküsünde yapmamış- bana şu iki savı düşündürdü: Ya yazar Azrail’i insan formuna sokarak belirsiz kılmak istiyor ya da Azrail’in aslında insanın ta kendisi olduğunu işaret ediyor.
“Belki Yaz Erken Gelir”deki hemen her öykü üzerine uzun uzun düşünülüp konuşulabilir. Ki her birinin bunu hak ettiğini de düşünüyorum. Ama ben de tıpkı Volta’daki gibi veyahut Yekta Kopan’ın bu kırk öykü arasında adımlayışı gibi kırk öyküyü okuyup kendi yolculuğumu tamamladım. Şimdi sıra kırk birinci adımımda yani sizde: Ne dersiniz, öykülerdeki derinlere kulaç atarak yazı daha erken getirebilir miyiz?
More Stories
Sabahattin Ali’yi kim öldürdü?
Sakarya’nın kültürü türkülerle hayat bulacak
‘Tarihin kayıp hazinesi’ 65 yıl sonra Türkiye’ye iade ediliyor